İNSANIN EVCİLLEŞTİRİLMESİ SORUNU: EĞİTİM VE MODERN ZAMANLAR
Günümüzden dört bin yıl önce Mezopotamya yazı okulunda okuyan bir öğrenci olsaydınız, Akkadlı olmanıza rağmen Sümerce eğitim görecek ve anadilde eğitim sorunlarıyla karşılaşıyor olacaktınız. Arkeologların Mezopotamya’da keşfettikleri şu tabletteki şikâyetler de size ait olacaktı:
Gittim, oturdum ve öğretmenim tabletimi okudu. “Bir şey eksik”, dedi ve bastonla vurdu.
Yetkililerden biri, “Neden benim iznim olmadan konuştun” dedi ve bana bastonla vurdu.
Kurallardan sorumlu kişi, “Neden benim iznim olmadan konuştun?” dedi ve bana bastonla vurdu. Bekçi, “Neden benim iznim olmadan dışarı çıkıyor-sun?” dedi ve bana bastonla vurdu.
Sümerli öğretmen, “Neden Akkadca konuştun?” dedi ve bana bastonla vurdu.
Öğretmenim, “El yazın güzel değil!” dedi ve bana bastonla vurdu.
Eğer I. Babil Hanedanı’nın 6. Kralı Hammurabi’nin yönettiği topraklarda Hukuk eğitimi alıyor olsaydınız insanların “Üstünler, Normal insanlar ve Köleler” olarak kategorize edildiğini ve bunun Tanrıların buyruğu olduğunu öğrenecektiniz.
Antik Sparta’da dünyaya gelmiş ve sağlıklı doğmuşsanız, “İhtiyarlar Heyeti” kurallarına göre yaşamanıza izin verilmişse, yedi yaşında ailenizden alınacak ciddi bir fiziksel eğitim görecek ve sonunda ihtiyaç halinde orduya savaşçı olarak katılım sağlayacaktınız.
Konfüçyus dönemi ve sonrası “Ju Okulu” müdavimiyseniz öteki dünya, tanrı, ruhlar, doğaüstü varlıklar ve benzeri kavramlara ve olgulara inanmadan da Jun-Z i/Chün-Tzu (ideal insan) olmanın yollarını öğrenecektiniz.
22 Eylül 1067 tarihinde Bağdat Halifesi’nin de katıldığı muhteşem bir törenle açılan Nizamiye Medresesi’nde Gazali’nin öğrenci olsaydınız, itikatta iktisatçı, orta yolcu, toplum merkezli bir eğitimin muhatabı olacaktınız.
Gerçekte insanlar yüzbinlerce yıldır çeşitli kaygı ve ihtiyaçlarla eğitildiler. Bu kaygı ve ihtiyaçlar kimi zaman güvenlik kimi zaman gelecek nesillere bilgi ve kültür aktarma kimi zaman da tarım toplumunun ziraî işlemleri ölçme ve kaynakları faydalı kullanma mecburiyetlerinden doğmuştu.
İnsan tarım toplumuna geçerken iki şeyi icat etti: Yazı ve eğitim. Eğitim çeşitli metotlarla yapılırken, içeriği zaman ve şartlara göre hep bir değişim içinde kaldı.
İNSAN-EVCİL İNSAN AYRIMI
İnsanlar Arpa ve buğdayı evcilleştirip tarımda kullanmaya başladığı zaman ihtiyaçtan fazla besin üretebildiklerini ve böylece avcı-toplayıcı topluma göre daha güvende olduklarını düşündüler. Öyle ya, bu dünyanın yazı da kışı da vardı. İlkokulda hepimize öğretilen karınca ve ağustos böceği hikâyesinde vurgulandığı gibi, “Güneşli günlerde saz çalıp eğlenirsen şimdi böyle aç kalmaya da mahkûm olursun.”
Yağmurlu günleri hesap eden insan buğdayı depolamaya başladı. Ancak depolanan buğday ve türevi gıda ürünleri tarım devrimini kullanmayan görece daha göçebe toplulukların iştahını kabarttı. Köylüler ürünlerini koruyabilmek için çeşitli güvenlik tedbirleri almaya ihtiyaç duydular. Derebeyleri köylülere bu güvenliği sağlıyor karşılığında onlardan vergi alıyordu. Vergi miktarlarını belirlemek, alınan ürünleri tasnif etmek, ürünün gelişmesini sağlamak için çeşitli bürokratik kurumlar oluşmaya ve bu kurumlarda çalışacak kalifiye elemana ihtiyaç duyuldu. Ve bu elemanları yetiştirecek okullara…
Bu okullar, imparatorluklara, devlet mekanizmasının(siyasi ve toplumsal normlarını) çalıştıracak/devam ettirecek ara-eleman ihtiyacını karşılamak üzere sistemleştiriliyor her bir adımda insan özgürlüğü dış müdahaleye açık hale geliyordu. Temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere tarımı kullanan insan bir süre sonra tarımın ve emniyeti sağlamak amacıyla kurumsallaşan devletlerin “mahsulü” haline gelecekti.
İnsanın evcilleştirilmesi, nesneleştirilmesi, özgürlüğüne müdahale edilmesi tarihin en büyük operasyonuydu ve insan bunu kendi eliyle yapmıştı. Oysa eğitim insanı nesneleşmekten, her biri farklı yeteneklere ve potansiyellere sahip insanları bir “moda” sokmaktan aynı hayat tarzını dikte etmekten ve düşüncelerini sınırlamaktan onu kurtaran bir rehber olmalı değil miydi?
İstanbul iktisat fakültesi birinci sınıf öğrencisi “evcil” bir insana iktisadın tanımını sorsanız tereddüt etmeden söyleyecektir: “Sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklardan karşılanması bilimine iktisat denir.”
Modern çağda öğretilen bu bilgi, insan ihtiyaçlarının sınırsız ve rızık kaynaklarının da sınırlı olması gerektiği kabulüne dayandırılır. Oysa insan sınırsız ihtiyaç üreten bir muhteris midir? Gerçekte bütün bunlar modern çağ kompleksine kapılan insanın, yüzbinlerce yıllık tarihine bakmadan kendini asıl ve yegâne saymasının sonuçlarıdır. Her konuda modern insan, bugün edindiği bilgi ve görgünün bilebildiği 6 bin ve bilemediği 70 bin yıllık geçmiş içerisinde en iyisi olduğuna inanır. Oysa yüzbinlerce yıllık tarih, birikim, yaşayış dikkate alınmadan yapılan bu “tanımlama küstahlığı” insanı özgürleştirmekten çok uzaktır.
İnsanın eğitime duyduğu ihtiyaç tam da bu noktada ortaya çıkar. Yeryüzünde kendi habitatını oluşturabilme yeteneğine sahip tek canlı belki de insandır. Örneğin, belli ağaçlarda ve belli yükseklikte yaşayabilme şansı olan bir ağaçkakanın, yaşayabildiği ağaçlar kesildiğinde başka ağaçlara ve coğrafyalara gidip yeniden bir hayat kurma şansı yoktur. Tarihte var olan ancak şuan nesli tükenen birçok canlı “yaşam alanına müdahale” edilmesi sonucunda yok olmuştur.
Canlılar içerisinde ancak insan kendi habitatını kurma ve bütün ortamlara uyum sağlayabilme yeteneğine sahiptir. Bu aynı zamanda insana “haddini aşma” doğal olanı değiştirme ve bozma, fıtratı “tağyir” etme olanağı da sağlamıştır. Arı kovanlarına bakıldığında görev alanı dışına çıkan arılara rastlanmaz. Her arı, kendisine verilen görevi icra eder. Temizlikçi, koruyucu, bal üretici ve kraliçe arı “ben bugün temizlik yapmıyorum”, “bugün üremiyorum”, “bugün bal üretmiyorum” deme şansına sahip değildir. Bu sebeple arılar, avukat arılara da ihtiyaç duymaz. Hiçbir zaman kovan anayasasını ihlal ederek, örneğin temizlikçi arıları sahip oldukları “yaşam, özgürlük ve mutluluğun peşinden gitme” haklarından mahrum bırakma ihtimalleri yoktur.
Haddini, hududunu, doğal olanı, insanî olanı aşma, tahrif etme, değiştirme olanağı olan tek canlı insandır.
İSLAM VE İNSANIN ÖZGÜRLEŞMESİ
7. Yüzyıl Arap Coğrafyasında insan haddini aşmış, doğal sınırlarını ve insanî olanı hatırlatmak üzere ilahi vahye tekrar ihtiyaç duyar hale gelmişti. Kur’an’ın defaatle Hz. Muhammed’i “hatırlatıcı” olarak nitelendirmesi, insanı doğal olanın sınırlarına çekmek istediğinin de bir göstergesiydi.
Hz. Muhammed’in 13 yıllık Mekke dönemi, özgürleşmek isteyen insanın geçirmesi gereken asgari eğitim süresini ifade ediyordu. Yine Hz. Musa, Mısırlıların köleleştirilerek toplumsal ayrımcılığa ve zulme maruz bıraktığı İsrailoğullarını, köle olmadıklarına, özgür olduklarına ve özgürlük için bir bedel ödemeleri gerektiğine inandırabilmesi için eğitmesi gerekiyordu.
Kur’an, Hz. Musa’nın toplumunu nasıl eğitebileceği hakkında bir takım tavsiyelere yer vermiştir. (Yunus-87) Öncelenen evlerde (eğitim merkezleri-vecalü buyutekum kıbleten!)
Hz. Musa ümmetini eğitmiş, onları kölelikten ve şirkten kurtaracak temel bilinci vererek özgürleşmelerini sağlamıştır. Kızıldeniz’i yardıran da bu eğitimdir. İsrailoğulları bu eğitimden geçmeseydi ne Allah onlar için Kızıldeniz’i yaracak ne de özgür bir toplum bilincine erişebileceklerdi.
Öyleyse eğitim, fiziki gerçekliği (kabul gören hayali sistemi) aşan değerler üzerinden yeniden yapılandırılmalı, referans noktaları insanların ortak akıl ve tecrübelerinden faydalanmalıdır. 60. Yılında İmam Hatip okulları, eğitimin amacı ve post modern kapitalist eğitim sisteminin “meşruluğu” üzerinden bir tartışmayı başlatarak toplumu uyarmalıdır.
Toplumsal ve tarihsel bir kabul haline getirilen kapitalizm Kızıldeniz gibi önümüzde, bu sistemin kolluk gücü mahiyetinde güçlü silahlarla donatılan ordular arkamızdayken düşünme ve panikle sağa sola sapma şansına sahip değiliz.
Tek yolumuz var, Kızıldeniz’i aşacak ve kendimize yeni bir toplum inşa edeceğiz.
Bunu eğitimle yapmak zorundayız.
Ya Tahammül Ya Sefer! *
*UZUN YOLU SEÇİNİZ!
“Sabahı beklemeyiniz dostum, geceden yola çıkınız. Olur ki uyuyakalırsınız. Sırtınızdaki çıkında ebedi gayenin dürülmüş azıkları varsa ne mutlu size. Gece serindir, yapraklardan süzülen yel gözlerinizdeki yaşları kuruturken, ruhunuzda kâinatın derin serinliğini taşıyarak sabaha doğru yürüyüp fecri başlatınız. Cemiyetin vahşi, zehirli bitkilerle dolu, her dalında uğursuz baykuşların manasız telkinler yaptığı sık ağaçlı ormanlarında çetin yolculukların başlangıcı için sabahı beklemeyiniz. Sabahı beklemek öğleni, öğleni beklemek akşamı beklemek gibi bir ruh gevşekliğini doğurur. Beyninizi tırmalayan zaruretleri mi hatırlatıyorsunuz? Evet, hayatın zaruretleri ayaklarımıza dolanmış zincirlerdir ve ıstıraplarımıza çeşni katarlar. Fakat bu vahşi sahayı geçmek için hiçbir zaruret kâfi bir mazeret değildir. Ruhumuzu aldatmayalım, ebedi gayeye ihanet etmiş oluruz. Durduğumuz noktada inançlarımızın eskidiğini, yabancılaştığını hiç tecrübe etmediniz mi? En acı kayıp budur: Gerilemiş ruhların mütemadiyen tavizler vererek hayatla, zaruretle uyuşmaları… Filozofun öğüdü takip edeceğimiz en esaslı metottur: Uzun yolu seçiniz?” (Mustafa Kutlu / Ya Tahammül Ya Sefer!)
Halil Kurbetoğlu / İletişimci, Yazar
Tohum Sayı 162 / Kış 2019