Küreselleşen dünyamızda toplumlar, farklı medeniyetlerden gelen ve aynı sosyal ortamı paylaşan insanlardan oluşmaktadır.
İşte bu nedenledir ki, dünya medeniyetleri küreselleşmekte ve artan bir biçimde iç içe geçmektedir. Bu, insanlık tarihinde yeni bir olgudur çünkü geçmişte belirli bir medeniyete mensup insanlar, diğer medeniyetlerden nisbeten münferit bir şekilde kendi grubu içerisinde yaşamaktaydılar. Günümüzde ise her bir medeniyetin kendine has bir üslupla küreselleştiğini ve diğer medeniyetlerle etkileşim içerisinde olduğunu söylemek mümkündür.
Batı medeniyetinin diğerlerinden daha fazla küreselleştiği doğrudur; fakat bu durum, daha düşük derecede de olsa, diğerleri için de geçerlidir. Geçmişte medeniyetleri birbirinden ayıran şey, coğrafi mesafeler idi ve medeniyetler arası etkileşim ancak coğrafi olarak aralarında sınır ortaklığı bulunan komşu medeniyetler arasında gerçekleşirdi.
Şunu iddia etmek mümkündür ki, bugünün küçük çocuklarının diğer kültürlere dair bildikleri, Marco Polo ve İbn Batuta’nın kendi çağlarındaki diğer kültürlere dair bilgilerinden daha fazladır. Fakat daha önemlisi, bizler aynı şehri paylaş- tığımız ve komşularımız olan farklı medeniyetlerden insanlar aracı- lığıyla doğrudan ve şahsen diğer kültürlerin etkisi dâhilindeyiz. Bu durum geçmişte yoktu denilemese de çok çok nadirdi. Bu gitgide artan medeniyet kozmopolitanizmi hızla gelişen ulaşım ve iletişim teknolojileri ile mümkün olmuştur. Her medeniyet, kendi kültür ve değerlerini yaymak için bu araçları kendi üsluplarınca kullanmaktadır. Dolayısıyla, artık coğrafi mesafe medeniyetleri birbirinden ayıran bir engel konumunda değildir.
Bu yeni olguya işaret etmek için kullandığım kavram Açık Medeniyet’tir. Her ne kadar bu olgu dünyanın geri kalanı için yeni olsa da, İslam medeniyetine aşina olanlar bilirler ki, İslam medeniyetinin başlangıcından bu yana Müslümanların yabancısı olmadığı bir şeydi. Endülüs’ten Kahire’ye, İstanbul’dan Bağdat’a, Buhara’dan Hindistan’a Müslümanlar, toplumlarını bilinçli olarak çoklu medeniyet üzerine inşa ederken bugün dünyanın diğer kısımlarında bu hal kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Bugünün Batılı şehirlerindeki kozmopolitanizm seviyesi ancak Ortaçağ Müslüman şehirleri ile karşılaştırılabilir.
Açık medeniyet artık bir tercih değil, bilakis küreselleşmenin dinamikleri ve hızla yayılan iletişim ve ulaşım teknolojileri nedeniyle günümüz dünyasında karşı konulamaz ve geri dönülemez bir süreçtir. Dünyamız her zaman birden fazla medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Gelecekte de böyle olacaktır. İnsanlık tarihinde tek bir medeniyetin bütün dünyaya hâkim olduğu bir dönem olmamıştır. Fakat geçmişte medeniyetler; kültürel, ekonomik, siyasal ve dini anlamda bu- günkü kadar yoğun ilişki içerisinde değildi. Örneğin İslam, dünyanın en hızlı yayılan dinlerinden birisidir ve göçler ile din değiştirmeler sayesinde Amerika’da ve Avrupa’da Hristiyanlıktan sonra mensubiyeti en çok olan ikinci din konumundadır. Bu sürece paralel olarak, Batı kültür ve ekonomisi İslam topraklarındaki Müslümanları, tarihte benzeri görülmemiş şekilde etkilemekte ve dönüştürmektedir.
Eğer durum böyleyse sormamız gereken kritik soru şudur: Açık medeniyet çağında küresel ve yerel düzeyde bu çeşitliliği nasıl idare edebiliriz? Bir başka deyişle, küçük bir köy haline gelen küresel dünyada dostça ilişkileri nasıl geliştirebiliriz? Dünyamızın küçük bir köye dönüştüğü doğrudur fakat dostça ilişkiler henüz gelişmedi. Bu nedenle, günümüz dünyasında medeniyetler arası ilişkileri düzenleme amacı ile bir küresel ahlak oluşturmak isteyen bütün kesimler büyük bir çaba sarf etmelidirler.
MEDENİYET ÇALIŞMALARI: HALDUNCU YAKLAŞIM
Tartışmalı bir kavram olan medeniyet, genel anlamda, bir toplumu diğerlerinden ayırmak için ilişkisel bir kavram olarak kullanılmaktadır. Bu açıdan bakarsak medeniyet, diğer toplumlarla müstakil bir ilişki geliştirmiş toplum ile müteradif bir anlama sahiptir. Dolayısıyla, medeniyetlerin diğerlerine olan yaklaşımını bir ölçüt olarak esas aldığımızda, ben medeniyetleri iki kategoriye ayırıyorum: Açık ve kapalı medeniyetler. Açık bir medeniyetin dünya görüşü, dünyada birden fazla medeniyetin var olduğu ve bu medeniyetlerin her birinin diğerleri ile barış içinde bir arada yaşama hak- kının bulunduğu kabulüne dayanır. Kapalı bir medeniyetin dünya görüşü ise, diğerinin tam tersine, kendisinin dünyadaki tek medeniyet olduğu ve diğer medeniyetleri var olma hakkından mahrum edecek şekilde bütün dünyada hâkim olması gerektiği anlayışına dayanır. İlkinin, yani açık medeniyetin pratik sonucu küresel barış iken diğerinin yani kapalı medeniyetin ortaya çıkardığı şey, medeniyetler arası çatışmadır.
Bana göre medeniyet, yukarıda ifade ettiğim gibi, toplum anlamındadır. Bu, Medeniyet İlmi’nin kurucusu İbn Haldun’un altı yüzden fazla sene evvel tanımladığı şeydir. Ben de bu tanımlamayı kabul ediyor, İbn Haldun’un bu alandaki katkılarının bugün de çok değerli olduğunu düşünüyor ve medeniyet araştırmaları alanında kendimi İbn Halduncu gelenekte konumlandırıyorum. İbn Haldun’un medeniyeti ve tanımını icat etmediğini hatırda tutmak mühimdir. Bilakis o, başyapıtı olan Mukaddime’sinde, medeniyet kavramnı muhtelif kaynaklardan aldığını açıkça ifade etmektedir: Felsefeciler, kelamcılar, fakihler ve tarihçiler. İbn Haldun’un belirttiğine göre bu âlimler, medeniyeti ancak ilgi alanları olan disiplinlerdeki diğer meselelerin bağlamı içerisinde ele almışlardır. İbn Haldun ise, tam tersine, medeniyet çalışmaları için tamamen yeni ve bağımsız bir bilim geliştirmiştir. Bu katkı onu insanlık tarihinin en müstesna bilgin ve düşünürlerinin arasına yerleştirmiştir.
Eğer İbn Haldun’un medeniyet kavramını kullanırken kastettiğinin toplum olduğunu kabul edersek, konu ile ilgili fikirlerimizi gözden geçirmemiz gerekecektir. Bunun nedeni, medeniyet sözcüğünün günümüzde Batı dillerinde tamamen farklı bir anlama sahip olmasıdır. Batı dillerinde ve Batılı kullanımı benimseyen dillerde medeniyet, genel anlamda bilimsel ve teknolojik gelişmenin seviyesine işaret etmek için kullanılır. Bu kavramın Batılı kullanımı zımnen evrimsel bir tarih yaklaşımını yansıtmaktadır. Bu tabir, Batı toplumlarının evrimsel anlamda en gelişmiş ve dolayısıyla en medenî toplumlar olduğu varsayımını da içerir. Bu perspektiften bakıldığında Batı toplumları medenî iken, Batı dışı toplumların çoğu medenî değildir. Buradan da, Batı dışı toplumların medenîleşmesinin tek yolunun Batılılaşmak olacağı sonucu çıkar. Bir diğer deyişle, Batı dışı toplumlar ancak kendi medeniyetlerini reddedip Batılı olanı tercih ederek medenî hale gelebilir. Bu bakış açısında, Batılılaşma medeniyet ile eşanlamlı olarak kullanılmakta; Batılı toplumların sosyal evrimin doruk noktası ve Hegel, Marx, Comte, Durkheim, Spencer ve son olarak Fukuyama gibi pek çok modern Batılı sosyal düşünürler tarafından savunulan “Tarihin Sonu” olduğu varsayılmaktadır.
Medeniyet kavramının bugünkü yaygın kullanımının aksine İbn Haldun, çizgisel ve evrimsel yaklaşımı değil döngüsel tarih anlayışını benimser. Bu bakış açısına göre toplumlar daima döngüsel bir şekilde bir aşamadan diğerine geçer. Bu nedenle hiçbir toplum ne toplumsal gelişmenin nihai noktasını temsil edebilir, ne de her daim gücü elinde bulundurabilir. Aslında İbn Haldun için medenî olmayan bir toplum yoktur. Ona göre, göçebe toplulukların bile kendi medeniyetleri vardır (el-‘umran’ul-bedevi, göçe- be medeniyeti). Fakat onlar da sürekli göçebelik seviyesinde kalmaz. İbn Haldun’un medeniyet tanımını benimsemek suretiyle, zımnî olarak çizgisel sosyal evrimin Batı’da nihayete erdiği varsayımını esas alan modern Batılı tanımların mahzurlarından kaçınmak mümkün olur. Bu anlayış bazı toplumların medeniyet dışı veya gayri medenî olduklarını varsayar, çünkü henüz Batı toplumlarının geçirdiği evrim sürecini tamamlamamışlardır. Halduncu bakış açısı ise, bunun tam tersine bütün toplumları sosyal, siyasal ve ekonomik bir düzeni olduğu müddetçe medenî olarak kabul eder. İbn Haldun için hiçbir toplum medeniyetin dışında değildir çünkü ona göre toplum medeniyet ile eşanlamlıdır.
İbn Haldun’un medeniyet kavramı sayesinde düşmekten kurtulduğumuz kritik mahzurlardan bir diğeri de tek bir medeniyetin olduğu düşüncesidir. İbn Haldun’un medeniyet teorisinde dünyada birden fazla medeniyetin olduğu hususunda şüphe yoktur. Dahası bu medeniyetler deveran eder. Daha açık bir şekilde söylersek, bir toplum bir tür medeniyetten diğerine tarihin dairesel hareketleri aracılığıyla ilerler. Medeniyet ve kültür ilişkisi hakkında süregelen bir tartışma vardır. Şunu ifade etmek gerekir ki, İbn Haldun için kültür medeniyetin bir parçasıdır. Onun için medeniyet; kültür, bütün sosyal aktiviteler ve ekonomi, siyaset, bilim ve sanat gibi kurumları içeren âlemşümul bir kavramdır.
İbn Haldun dünyada birden fazla medeniyetin olduğunu tasvip eder. O, belirli bir zamandaki belirli bir medeniyetin üstünlüğünün sonsuza dek süremeyeceğini vurgular. Tarih medeniyetlerin devirdaim etmesi ile şekillenir. Paradoksal bir biçimde, İbn Haldun için bir medeniyet en üst seviyesine ulaştığında son derece hassas hale gelir ki, bu, gerilemenin başlangıcına ve dış saldırılar tarafından bozguna uğramasına işaret eder.
Medeniyetler arası ilişkilere gelince, İbn Haldun’a göre medeniyetler arası uyuşmazlık, diğer medeniyetler üzerinde hegemonya kurma çabasından kaynaklanır. Ona göre değerlerin farklılığı medeniyetler çatışmasına sebep olmaz. Dolayısıyla, kültürel farklılıklar değil küresel hegemonya adına sergilenen siyasi çıkarlar ve girişimler medeniyetler çatışmasına neden olur.
FARKLILIKLARI YÖNETME STRATEJİLERİ
Geçmişte her bir medeniyetin, fertlerinin eylem ve ilişkilerine kılavuzluk edeceği değerleri vardı. Her bir medeniyetin üyeleri kendi medeniyetlerinin ortak değerler sistemini paylaşıyorlardı. Fakat günümüz küreselleşme çağında, bütün medeniyetler ve fertleri arasındaki ilişkileri düzenlemek için yeni ve küresel bir değerler sistemine veya küresel ahlaka ihtiyacımız vardır.
İçinde bulunduğumuz çağda medeniyetlerden birinin değerler sistemini evrenselleştirmenin, bütün insanlar ve medeniyetler arası ilişkilerin düzenlenmesi için bir yöntem olduğunu düşünenler olabilir. Bu, modernleşme veya Batılılaşma adı altında son üç asırdır Batılı değerler sistemini küresel değerler sistemine dönüştürme gayesi şeklinde tecrübe ettiğimiz şeydir aslında. Bu yaklaşım, küresel çeşitliliği sağlamanın aydınlanma sonrası veya modernist yöntemi olarak görülebilir. Bu anlayış, sadece tek doğru ve evrensel medeniyetin olduğu, onun da Batı veya modern medeniyet olduğu fikrine dayanmaktadır. Bu nedenle insanlık tümden bunu benimsemeli ve kendi medeniyetlerini ve değerler sistemini bırakmalıdır.
Diğer medeniyetlere karşı Batı’nın üstünlüğüne ve Avrupa merkezli ideolojiye yaslanan bu yaklaşım, Batı medeniyetinin bütün dünyaya hâkim olduğuna, çünkü sosyal evrimin nihai halini temsil eden en gelişmiş medeniyet olduğuna dair derin bir ön kabule hatta dogmatik bir inanca dayanmaktadır.
Fakat bu ön kabul insanlık tarihinde yeni değildir, zira tarih bize göstermektedir ki, bir medeniyetin bütün dünyaya hâkim olması ve diğer bütün medeniyetleri yok etmesine yönelik pek çok girişim sergilenmiştir. Bu çabaların hiçbiri başarıya ulaşamamıştır. İnsanlık tarihi yine göstermiştir ki, dünya hep birden fazla medeniyete sahip olmuştur. Bu tartışmasız hakikate dayanarak şunu iddia edebilirim ki, gelecek de aynı şekilde olacaktır: Dünyamız her zaman birden fazla medeniyete ev sahipliği yapacaktır ve bir medeniyeti bütün dünyaya hâkim kılma girişimleri başarısız olmaya mahkûmdur.
Hal böyleyken bize düşen, medeniyet çeşitliliği içerisinde yaşamaktır. Hatta küreselleşme bu çeşitliliği daha görünür ve bütün insanların tecrübe edeceği bir noktaya getirdi. Bunun yanında medeniyetler arası ilişkilerin yeni matrisini akılda tutalım: Yukarıda işaret edildiği gibi, geçmişte sadece komşu medeniyetler etkileşim içerisinde idi. Bugün ise tam tersine, bütün medeniyetler birbirleri ile coğrafi sınırlardan bağımsız olarak irtibat halindedir. Diğer medeniyetler orada değil, bilakis buradadır. İnsanlık tarihinde- ki bu yeni olguya ben “açık medeniyet” adını veriyorum.
Mesafelerin azalan önemi bir diğer sosyal olguyu ortaya çıkarmıştır: Çok medeniyetli toplum. Çok medeniyetli toplum, açık medeniyetin bariz bir göstergesidir. Asıl soru çok medeniyetli bir toplumda ve medeniyetlerin insanlık tarihinde daha önce hiç olmadığı kadar iç içe geçtiği çok medeniyetli bir dünyada ilişkileri nasıl düzenleyeceğimizdir. Çok medeniyetli toplumlarda hızla artan bu çeşitliliği düzenlemek ve yönetmek için yeni bir normatif sistem, etik ve ahlakî düzene ihtiyaç vardır. Bir diğer deyişle, makro ve mikro düzlemde farklılıkları yönetmek için yeni bir stratejiye ihtiyacımız vardır.
Bugün mezkûr soruya verilen bir başka cevap, genel olarak postmodernizm denilen olgu olmuştur. Bu anlayış, esas itibariyle fikirleri, değerleri ve uygulamaları, Batı medeniyetini evrenselleştirerek standardize etme amaçlı modernist stratejiye bir tepki olarak şekillenmiştir. Batılılaştırmak suretiyle medeniyetleri bütünleştirme eğiliminin aksine postmodernizm, farklılıkları yönetme stratejisi olarak göreceliliği geliştirdi. Görecelilik, belli bir değerler sisteminin diğerleri üzerinde hegemonya kurması ihtimalini bertaraf etmek ve tek bir sosyal mekânda bütün farklılıklara yer açmak amacıyla çeşitliliği, birliğin karşıtı olarak vurguladı.
Fakat aşırı formları dikkate alındığında görecelilik -ki ben bunu mutlak görecelilik şeklinde tanımlıyorum- hem kavramsal hem de pratik seviyede kendi içinde çelişmektedir, çünkü görecelilik evrensel bir değer olarak dayatılmak isteniyor ve evrensel hakikat iddiaları reddediliyor. Eğer farklılıkları yönetme stratejisi insanları evrensel hakikate sahip olduklarına inandırmakta başarısız olursa ve insanlar kendi evrensel hakikatlerini görece hale getirirse bu hayatî bir kusur olur.
Böylece mutlak görecelilik evrensel hakikat ihtimalini reddederek kendi kendini harcamaktadır. Bu, birlik konusundaki aşırılıktan görecelilik hususunda aşırılığa savrulma olarak değerlendirilebilir.
Bu varsayımlardan hareketle şunu iddia etmekteyim ki, birlik ve çeşit- liliğe alan açmak ve nihai ile görece gerçek, değer ve normları kabullenmek suretiyle modernist ve postmodernist stratejilerin kusurlarından bizi azade kılacak farklılıkları yönetmeye dair yeni bir stratejiye ihtiyacımız vardır. Önerdiğim alternatif strateji, varlık, bilgi, değerler ve hakikatlerde çoklu mertebeyi ifade eden “çok katmanlılık”tır. Osmanlı toplumunu örnek alarak bu stratejiyi kısaca izah etmeye çalışacağım. İstanbul’un Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış olmasından ötürü de bunu farklılıkları yönetmede “İstanbul yaklaşımı” olarak isimlendiriyorum.
İSTANBUL YAKLAŞIMI: OSMANLI UYGULAMASINDA MEDENİYETSEL ÇOĞULCULUK
Genel anlamda “Millet Sistemi” olarak bilinen Osmanlı medeniyet çoğulculuğu, İslam hukuku sayesinde mümkün olmuştur. İslam hukuku, tek bir devlet düzeni himayesindeki muhtelif medeniyetlerden ortaya çıkan farklı hukuk sistemlerinin uygulamaları için çoğulcu ve hukuksal bir normatif çerçeve sağlamıştır. Bu nedenle toplumsal düzlemdeki normatif açıklık ile açık medeniyet arasında güçlü bir bağ vardır.
Açık medeniyet bugün mümkün müdür? Bu da “açık hukuk”a sahip olup olmadığımıza bağlıdır. Hukukumuz “kapalı hukuk” olarak kaldığı müddetçe açık medeniyete sahip olmak mümkün değildir. Açık hukuk açık toplumun olmazsa olmazıdır ve kapalı hukuk ancak kapalı topluma yol açar. Kapalı hukuktan kastım, farklı normatif seslere kapalı olan hukukî söylemlerdir. Batı’da kamu alanı ve mevcut hukuk sadece seküler fikirlere açık durumda iken dinî düşüncelere tamamen kapalıdır. Kapalı hukuk dediğim işte budur. Hukukumuz, kökeni dinî ya da seküler olsun her türlü farklı normatif görüşlere açık olmalıdır.
Bu nedenle, eğer açık medeniyette yaşamak istiyorsak, hukukumuzu da kendi medeniyetimizdeki ve diğer medeniyetlerdeki farklı görüşlere açık hale getirmeliyiz. Diğer toplumlardaki normatif seslere şimdiye dek sessiz kaldık, çünkü ya bizimle aynı görüşte olmayan fikirlerdi ya da onların bizimle aynı seste olmayacağından kaygılandık. Bir kez hukukumuzu farklı normatif seslere açık hale getirdiğimizde, hukukumuzun istisna olmadığını ve diğer hukuk gelenekleri ile düşündüğümüzden daha fazla ortak noktasının olduğunu fark edeceğiz. Bu ancak şu an dünyamızda var olan bütün ahlak ve hukuk geleneklerine, bilhassa evrensel geleneklere yoğunlaşarak karşılaştırmalı ahlak ve hukuk araştırmaları sayesinde gerçekleştirilebilir. Böylesi bir ilmî teşebbüs bugün dünyada yeni yeni gelişmektedir. Açık hukuk, hukuk alanında farklı söylemlere sahip grupların barış içinde beraber ya- şayabilmesi ve hukuku yeniden sentezlenmiş görüşlerle zenginleştirmek amacına uygun bir şekilde çoklu küreselleşmeler çağının ihtiyaçlarına cevap verebilir.
Küreselleşme ya farklı söylemlerin ve söylem gruplarının çatışmasına ya da biriciklik iddiasını inkâr ederek birbirimize kollarımızı açmamıza vesile olacaktır. Açık hukuk, böylesi bir demokratik ve çoğulcu hukuksal söylem grubunu çağrıştırır. Küresel herhangi bir güç, hukuk alanında bilgi birlikteliğini üretmek için Açık hukuk perspektifine ihtiyaç duyar. Aksi takdirde, tek bir hukuksal veya normatif sistemin küreselleşmesi; her bir hukuksal söylem grubunun küresel toplumun ortak menfaatine katkıda bulunmasına zemin hazırlamak yerine, kaçınılmaz bir şekilde hukuk gelenekleri arasında çatışma çıkaracaktır. Bu süreç farklı sesleri, muhalif perspektifleri ve onları temsil eden söylem gruplarını tamamen susturma ve ortadan kaldırma ile de sonuçlanacaktır. Bugün, ortak menfaat yerel bir şekilde tanımlanamaz; onun küresel düzlemde şekillenmeye ihtiyacı vardır. Bu ya bütün insanlık ve küresel toplum için iyi olacaktır ya da hiçbirimize yaramayacaktır. Bu durum, hızla gelişen teknolojinin insanlığı getirdiği yerdir. Bugün, coğrafî veya sosyal anlamda mesafe ölmüştür ve dünya küçük bir köy haline gelmiştir. Ancak akademisyenler olarak bizler, karar vericiler ve iş adamları bu radikal değişimi içselleştirebilmiş, düşüncelerimizi bu minvalde revize etmiş ve buna göre davranıyor değiliz.
İslam hukuk geleneği, teorik ve pratik düzeyde bugün faydalanabileceğimiz açık hukuk için bir emsal oluşturmuştur. Küresel güçler ve evrenselci hukuk âlimleri bu mirastan dersler çıkarmalıdırlar. Böylesi bir tecrübe geniş bir coğrafyayı, kültürler ve dinlerin renkli mozaiği ile yöneten Osmanlı Devleti’nde mevcuttu. Bütün İslam mezhepleri kendi hukuklarını ortaya koydular. Aynı şey medenî ve ferdî hukuk sahalarında gayrimüslim mezhepler için de söz konusu oldu. Dört mezhep (Hanefîlik, Malikîlik, Şafiîlik ve Hanbelîlik) kendi geleneklerini aynı sosyal çevrede yan yana uygulayabildi. Yahudi topluluğu kendi hukuklarını tatbik edebildiler. Ortodoks topluluğu da kendi hukukunu uygulayabildi. Aynı şekilde Ermeniler, Kıptîler ve diğer gruplar kendi hukuklarını tatbik edebildiler. Bu, Osmanlı’nın bugün bitmek bilmez çatışma ve savaşlarla dolu bölgeleri nasıl yönetebildiğinin sırlarından biridir. Osmanlılar bu geleneği kendilerinden önceki Müslüman devletlerden tevarüs ettiler. Hindistan’da Babür İmparatorluğu Hindulara kendi hukuklarını uygulama imkânı tanırken; İran’da da Sasanîler; Zerdüşt ve Manişeistlere kendi hukuk geleneklerine tabi olmalarına olanak sağladılar. Zaman çizgisinde geriye doğru gittiğimizde Abbasîler, Emevîler ve Hulefa-i Raşidin ve tabi ki Hz. Muhammed, böylesi bir çoğulcu hukuk sisteminin gelişmesine katkıda bulundular. Medine Vesikası, Hz. Muhammed’in Medine’deki Yahudi ve Hristiyanlara nasıl da kapsayıcı bir yaklaşımla yaklaştığını gösterir. Bu hukuk çoğulculuğunun arkasında, İslam teolojisinden ve hukukundan neşet eden zengin bir hukuk felsefesi vardır.
Marcia L. Colish, Medieval Foun- dations of the Western Intellectual Tradition 400-1400 (Batı Entelektüel Geleneğin Ortaçağdaki Temelleri 400-1400) adlı eserinde Yahudi, İslam ve Hristiyanlığı “kardeş dinler” olarak adlandırır. Diğer bilim tarihçileri de onu destekler. Dinler tarihçileri de Colish’in dediklerine katılmaktalar ve bu üç dini İbrahimî dinler veya Batılı dinler olarak sınıflandırırlar. Ancak maalesef bilim ve dinler tarihçilerinin çok önceden müşterek bir biçimde kabullen- dikleri bu durum, henüz hukuk tarihçileri ve âlimleri tarafından keşfedilmemiştir. Hukuk alanındaki uzmanlar, seküler, Yahudi, Hristiyan veya Müslüman olsunlar, kendi geleneklerinin biricikliğine meyilli durumdalar.
Eğer İslam ve Batı medeniyetleri kardeş medeniyetler, İslam bir Batı dini ve İslam felsefesi bir Batı felsefesi ise, İslam hukukunun da Batı hukuku olarak kabul edilmesi gerekmez mi? Kanaatime göre, İslam hukuku tamamen istisnai bir hukuk sistemi değildir. Bilakis Batı hukuk geleneğinin bir parçasıdır, çünkü o, bütün dinler tarihçileri tarafından ekseriyetle Batılı veya İbrahimî bir din olarak kabul edilen İslam’dan neşet eder. Ancak Müslüman ve gayrimüslim uzmanların İslam ve Batı hukukuna istisnacı bakış açısı ile bakması nedeni ile dinî, tarihî, felsefî ve normatif müştereklikleri göremiyoruz. Bu, hepsinin özdeş ve hukuk sistemleri arasında hiçbir fark yok anlamına da gelmez. Demek istediğim, hukuk sistemleri arasındaki farkı; bizi hepsinin biricik ve istisna olduğu sonucuna götürecek kadar abartmamak gerektiğidir.
Hukuksal istisnacılığın her türüne karşıyım. Onun yerine, benim iddiam şudur ki, sadece Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi Batı dinleri değil, dinî veya seküler olsun, bütün evrensel hukuk sistemleri önemli sayıda ortak özellik ve yapı ihtiva etmektedir. Görece yakın bir zamanda İbrahim’den geldik fakat uzak geçmişte hepimiz Âdem’deniz. İbrahim’in çocukları, Âdem’in çocukları olmak itibari ile ailemizin bir parçasıdırlar. Kadim zamandan bu yana Müslüman hukuk âlimleri ile birlikte aynı hususu iddia ediyorum ki, bütün hukuk sistemlerinin zeminini oluşturan evrensel ortak zemin şurada birleşmektedir: Âdemiye yani insanlık. Ebu Hanife ve takipçileri şunu şart koşmuşlar- dır: El-‘Ismet bi’l-Âdemiyye, “her insan, insan olmak itibari ile dokunulmazdır velev ki yaratılışları ve yaratılışlarından gelen cinsiyet, ırk, din, sınıf, milliyet ve etnik yapı gibi hususlarda farklılıkları olsun. Bir diğer deyişle insan olmak, insan hakları ve sorumluluklarının temelidir. İslam hukukundaki Evrenselci Okulun fert seviyesinde diğerlerine olan yaklaşımı bu şekildedir.
Hukuksal istisnacılık, hukuk gelenekleri arasında bölünmeye yol açtı ve uzmanların gelenekler arasındaki müşterek noktaları görmelerini engelledi. Her gelenek, insan haklarının kendilerinden ortaya çıktığını iddia etti ve bu nedenle diğer hukuk geleneklerinin hukuksal meseleler- de söz sahibi olması engellenmeliydi. İnsan haklarını tekelleştiren böylesi girişimler; rahatsızlık hisseden, dışlanan ve sessiz kalanlar tarafından geri çevrilmekten başka sonuç vermedi. Dahası bu durum evrensellik iddiası ile iyiden iyiye çelişmektedir.
İnsanlık tarihinde ilk kez bizim çağımızda, dinî ve seküler hukuk gelenekleri arasında bir bölünme zuhur etti. Seküler hukuk gelenekleri kendileriyle ziyadesi ile gurur duyuyor ve insan hakları söylemini dinlere hiçbir şekilde yer vermeyip tamamen tekellerine almak için aşırı bir özgüven sergiliyor. Dinler de birbirlerini ve seküler hukuk geleneklerini reddederek aynı şeyi yaptı. Bu bölünmenin yıkıcı sonuçları hepimiz için daha belirgin hale gelmiştir.
İslam hukuk geleneklerine baktığımızda, klasik dönem Müslüman fakihler, dünyadaki bütün hukuk geleneklerinin aynı temel prensipleri içerdiği hususunda hemfikirdirler: Yaşamın dokunulmazlığı, mülkiyet, akıl, din, insan onuru ve aile. Onlar bu beş prensibin, dünyadaki bütün hukuk sistemlerinde ortak olarak var olan “hukukun aksiyomlarını” (al-darurat al-shar’iyyah) oluşturduğunu iddia ettiler. Bu haklar “beş ana prensip” olarak da isimlendirildi (el-usul’ul-hamse). Bu âlimler, bütün Müslüman ve gayrimüslimlerin bu prensipler üzerinde anlaştıklarını öne sürdüler. Ayrıca hukuk sistemleri bu prensiplere uygun olduğu müddetçe ancak tali meselelerde ihtilaflar olur (furu’ul-fiqh). Bu perspektiften bakarsak iki seviye hukuk vardır: Evrensel ve görece. Burada şu açığa çıkmaktadır ki Müslüman fakihler, İslam’ın istisnaî bir hukuk sistemi olduğunu ve gücünün bu istisnaîlikten geldiğini düşünmüyorlardı. Onun yerine kuralların bir istisnası olmadığını ve İslam hukukunun gücünün, bütün hukuk sistemlerinin paylaştığı ev- rensel temel prensiplerle uyumlu olmasından geldiğini vurguluyorlardı. Bu fakihler şu konuda da hemfikirlerdi ki bu prensipleri uygulamanın dayanağı “hukukun maksatları” (maqasid’us-şeri’a) ve meşru bir devletin var oluşu idi. Bu perspektiften, siyasal meşruiyet insan haklarını korumaktan neşet eder. Müslüman veya gayrimüslim olsun, bütün hukuk sistemlerinin, devletin aracı olduğu bir düzlemi sağlamak için bu amaçlara sahip olduğu kabul edilir.
İslamî yönetim altında tüm yasal hukuk sistemleri kurumsal düzlemde dinî cemaat olarak yasal özerkliğe ve siyasi söz sahibi hakkı olan ve bizim “millet” diye adlandırdığımız ekümenik siyasete dâhil oldu. Bu, modern insan hakları perspektifinden ayrımcılık olarak gözüken kimi uygulamaların varlığına engel değildir. “Millet Sistemi”, Ortaçağ’da uluslararası ekümenik siyasetin kurumsal formu olarak görülebilir. Bu cemaatler kendi hukuklarını tatbik etmelerine müsaade edilmesinin memnuniyetini yaşarken, İslam Devleti de istikrar kazanıyordu. İstanbul yaklaşık beş asır Müslümanlar, Ortodoks Hris- tiyanlar, Ermeniler ve Yahudilerin merkezi olmuştur. Osmanlı halifesi; kendi cemaatlerinde Şeyhülislam, Ortodoks Patriği, Ermeni Patriği ve Hahambaşı’nı himayesinde bulundurmuştur. Kısacası, İslam hukuku her zaman yönetimi altında bulunan yerlerde uluslararası bir ekümenik siyasetin belli bir formunu desteklemiş hatta ona kurumsal bir hüviyet kazandırmıştır. Fakat Millet Sistemi’nin yerine yirminci yüzyılın sonlarına doğru hukuku standartlaştıran ve seküler aklın hususi kontrolüne kendini bırakan pozitivist hukuk anlayışı ikame edilmiştir. Bundan sonra dini hukuk ve ahlak, uluslararası siyasal ve hukuksal organizasyonlardan resmen dışlanmıştır.
Bugün mümkün bir uluslararası ekümenik siyaset için aşağıdaki kriterleri dikkate almak zorundayız: İlk olarak, günümüz hukuku kendi kültür ve geleneğimizdeki ve seküler veya dinî olsun başka hukuk kültür ve geleneklerindeki farklı seslere açık olmak zorundadır. İkinci olarak, hukukî ve ahlakî konularda “hakikat” çoklu ve çok katmanlı görülmelidir. Bir başka deyişle, normatif hakikatin pek çok seviyesi vardır ve her seviyenin de pek çok yönü bulunmaktadır. Üçüncü olarak hükümlerimizde, şu anda kullanılan, yasal-illegal, doğru-yanlış gibi dualitelere dayanan ve aralardaki gri alanları tanımayan basit ikili mantığın yanında çok değerli ve fuzzy mantığı kullan- malıyız. Dördüncü olarak, ahlakî iyilik ve kötülük sorularında özcü yaklaşım yerine ilişkisel yaklaşımı benimsemeliyiz. Bu, nihayetinde nihilizme giden post-modernitenin “mutlak- göreceliliği”ne karşı “görece-görecelilik” üretebilir. Beşinci olarak, istisnacılığa itiraz etmek ve yerine evrenselci bir perspektifi ikame etmek için farklı hukuk geleneklerindeki müşterek noktalara vurgu yaparak anti-istisnacı yaklaşım benimsenmelidir. Bana göre bunlar ferdî, umumî ve uluslararası seviyede bir ekümenik siyasetin temeli olarak hizmet edebilecek olan Açık Hukuk ve Açık Medeniyete ulaşmak için ihtiyaç duyduğumuz kriterlerdir. Bunlar, pek çok medeniyetin barış içinde yüzyıllardır yaşayabildiği çoğulcu Osmanlı tecrübesinden dünyanın öğrenebileceği şeylerdir.
Prof.Dr.Recep Şentürk / Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Müdürü
Sayı 156 / Güz 2016