Türk eğitim tarihinin en önemli fikir insanlarından birisi olan Emrullah Efendi’nin hayatı ile ilgili çok detaylı bilgi olmamasına rağmen, 1858 yılında Lüleburgaz’da, tüccar Ali Efendi’nin oğlu olarak dünyaya geldiği bilinmektedir. İptidai ve rüştiyeyi tamamladıktan sonra, Mekteb-i Mülkiye’den de pekiyi derece ile mezun oldu ve ulum-u siyasiye şahadetnamesini aldı. Bu yıllarda Fransızca eğitimini de tamamladı. 1882’de Yanya maarif müdürü oldu. İki yıl sonra aynı görevle Selanik’te bulundu ve burada Mecelle-i Muallimin adıyla çıkardığı dergi ile öğretmenlere yönelik eğitim çalışması yürüttü. Daha sonra sırasıyla İzmir, Halep ve Aydın’da da aynı sıfatla görev aldı.
II.Abdülhamit yönetimi ile yıldızı hiç barışmadı. Aydın Maarif Müdürlüğü’nden aldığı söylenen parayla iki arkadaşı ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Burada kaldığı yedi yıl boyunca Hizmet adlı gazeteyi çıkardı ve istibdat rejimi olarak gördüğü II. Abdülhamit yönetimini eleştirmeye devam etti. Kendisi, idarî işlerde merkeziyete de âdem-i merkeziyete de karşı idi. Bunları “ifrat ve tefrit” olarak niteliyor ve bu ikisinin ortasındaki “tevsi-i mezuniyet”i savunuyordu. Ona göre, devletin temeli birliktir; siyasî, kanunî ve idarî olarak birlik! Âdem-i merkeziyet ona göre bunu bozuyordu.
Hakkında tutuklama kararı olduğundan yurda dönemiyordu. Beraber kaçtıkları arkadaşı Tevfik Nevzat’ın kendisi ve Emrullah Efendi’nin affı için padişaha yazdığı şiir işe yaradı;
Emrullah’ı şu pür günahı Affeyle cihanların penahı
Memlekete döndükten sonra mektebi Sultani Müdürlüğü ve İlmiye Dairesinde görev aldı. İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelen isimlerinden olan Emrullah Efendi 1908’de Kırklareli mebusu olarak meclise girdi. Bir yıl sonra Maarif Nazırı oldu. Bu dönemde çok sert eleştirilere maruz kaldı hatta hakkında soru önergesi bile verildi. Mektebi Sultani olayında Tevfik Fikret’e karşı duruşu ve salt eğitim anlayışı onu iyiden iyiye istenmeyen adam durumuna sokmuştu. Kanunsuz işler yaptığı ileri sürülerek sık sık istifaya çağrıldı. Bu dayatmalara daha fazla dayanamayarak 1911’de istifasını Meclis’e sundu. Fakat onun gibi bir beyne ihtiyaç oldukça fazla idi, bir yıl sonra tekrar Maarif Nazırlığına getirildi.
Ne yazık ki sular durulmak bilmiyordu. Yıllardır emek verdiği İttihat ve Terakki Cemiyeti ile arası açılınca tekrar istifa etti. Fakat bu sefer sadrazam istifasını kabul etmedi ve Emrullah Efendi 1912’de bakanlar kurulunun istifasına kadar görevde kaldı. Darülfünun olayları sırasında, Divan-ı Harbi Örfi (sıkıyönetim) tarafından tutuklandı. Bunca eleştiriye, tutuklanmaya ve sorgulamaya maruz kalan Emrullah Efendi 1914’te Yeşilköy’deki evinde öldükten sonra büyük bir cenaze töreni ile uğurlandı. Osmanlı Devleti’nden dört, Sırp hükümetinden ‘Sen Sava’, Bulgar hükümetinden de ‘Sen Aleksandır’ nişanlarını aldı.
Emrullah Efendi’nin eğitim alanındaki çalışmaları II. Meşrutiyet döneminde yapılan en önemli ıslahatlardandır. Özellikle ‘Tuba Ağacı Nazariyesi’ halen daha tartışılmaktadır. Tuba Ağacı, cennette olduğu düşünülen, kökleri yukarda dalları aşağıda olan bir ağaçtır. Bu yaklaşıma göre; eğitimde yeniliğe ve yetiştirme işlemine yükseköğretim kademesinden başlanmalıydı. İlerleyiş açısında çağın gerisinde kalmış Osmanlı Devleti’nin Avrupa’yı yakalaması için; eğitime ilköğretimden başlamak zaman kaybıydı. Devletin coğrafi ve siyasi yapısı, ayrıca yetişmiş insan kadrosu da buna uygun değildi. Bu açıdan Satı Bey’le ters düşüyorlardı. Satı Bey eğitime ilköğretim hatta okul öncesinden başlanması gerektiğini savunuyordu. Ona göre eğitim dallardan değil köklerden başlayarak tüm ülkeye yayılmalıydı.
Sonuç olarak; Emrullah Efendi gerek bakanlık yaptığı sıralarda, gerekse başka maarif işlerinde bulunduğu sıralarda genellikle takdir edilen bir kişiydi. Şahsiyet olarak hakkında her zaman iyi şeyler söylenmiştir. Osmanischer Llyod onun, ‘âlim, fazıl bir kişi’ olduğunu belirtirken, Ahmet Hilmi şöyle diyordu:
İyi bir tahsil gördükten, yıllarca Maarif hizmetinde bulunduktan, eserleriyle faziletini ispat ettikten sonra, bunca sermaye ve tecrübelerinden sonra Emrullah Efendi bile Maarifimizi düzeltemezse, ıslah ümitlerimizi maariften kesmeliyiz.
Dönemin Sabah gazetesi ise, onun ruhen ve fikren âli olduğunu, hayatı ilim ve fen kazanmak olarak anladığını, zenginliğe ve lükse lakayt olduğunu, Maarif Nazırlığına da mevki hırsıyla gelmediğini yazıyordu.
Emrullah Efendi’nin eğitimci kişiliğinden Osman Ergin şöyle bahseder:
Türk maarif tarihinde bir Emrullah Efendi devri vardır. Orta tedrisata Avrupai ve İnsani karakterini veren, modern bir darülfünun fikrini ortaya koyan, İttihat ve Terakki’de Türklük ve Türk kültürü şuurunu canlandıran odur.
İnsanları olgunluğa ulaştıran eğitimin temellerini yaratılış temellerinin oluşturduğunu söyleyen Emrullah Efendi’ye göre; Hakk’ı bilmek, iyilik yapmak, güzelliğe karşı kayıtsız kalamama gibi birtakım özellikler vazgeçilmezdir. Eğitimin özü ise, bu güzellikleri şahısta geliştirmeye yönelik önlemlerdir. Her alanda ilerlemenin temeli olarak ilim ve marifeti gören Emrullah Efendi, bir milletin refah ve mutluluğunun ancak eğitim-öğretim ile tesis edilebileceği kanaatini taşımaktaydı. Her şeyin başı eğitimdi. Öyle ki; bir milletin ahlakı, eğitimdeki derecesiyle eşit seviyedeydi ve O’na göre; bu dünyanın her yerinde böyleydi. “Mektepler mamur oldukça hapishaneler harap olur. Bunun yolu ise eğitimi yaygınlaştırmaktır.”
Bütün bu amaç ve temeller doğrultusunda eğitimi yaygınlaştırmak ve istenilen seviye getirmek için ilköğretim zorunlu hale getirilmesini savunuyordu ve:
“Çocuklar zorla okula gönderilemez” dayatma ve eleştirilerine karşı Emrullah Efendi; ‘’Nasıl siz bir adamı hapishaneye gönderiyorsunuz, bunda hakkınız var da mektebe göndermeye hakkınız olamaz mı? Onu asacak bir kanun, kurtaracak bir kanun yapamıyorsunuz. Bir adamı ebediyen mahv ve tefzile hakkınız var da onu şeref ve namusu ile yaşatacak bir kanun yapmaya hakkınız mı yok.” der.
Emrullah Efendi’nin eğitime genel olarak bakışında temelde terbiye vardı. İnsanda beden terbiyesinin bir sınırı vardır, ama nefsî ve fikrî terbiyenin sınırı yoktur. İnsan, insanî olgunluğa ulaşma için eğitilir. Fayda ve zevk gözetilmez. Olgunluk hususunda fıtrata (yaradılış) uyulmalı, bu değiştirilmemelidir. Terbiye edilecek şey O’na göre hem bedeni hem de ruhani olan insandır. Terbiye, kendi kendine olmaz ve hiçbir zaman terbiye istidat doğurmaz. Terbiye icat etmez, ikmal eder. Bunun başlıca üç ana “şartı” vardır: Çocuk, mahal, öğretmen ve öğrencilerin çalışması.
Terbiye için çocukta istidat olmalıdır. Çocuk tabiî bir çevrede kendi kendine büyümeli, bulduğunu genişletip, olgunlaştırmalıdır. Meşrutî bir hükümette terbiyenin esası, hürriyettir. Bu, insanın mevcut kuvvetlerinin tamamıyla gelişmesi, “bedr” haline gelmesidir. Hürriyet, ilimle kâimdir; bilgisizlik ile hürriyet bir arada durmaz. “Hürriyet, maarifin vezn-i ta’dilidir.’’
O’na eğitim hürriyetinin olmazsa olmazı eşitliktir. Fakat eşitlik “aynı olmak demek değildir.” Okula öğrenci kabulünde ve verilen eğitimde bir ayrıcalık tanımamak eğitimde eşitliği sağlar.
İnsan ömrünü üç kısma ayırır:
1- 0-2 yaş: “Sebavet-i evveli” (ilk çocukluk);
2- 2-5 yaş: Bu dönemde çocuk konuşmaya ve kendine hâkim olmaya başlar;
3- 5- buluğ ve rüşd çağına kadar, “merahık” dönemi.
Bu yaş kademelerinden sonra gençlik devresi başlar. Her çocuğun ilkokulunun ana kucağı olduğunu belirten Emrullah Efendi bu okulun da üç yaşına kadar devam ettiğini söyler. Bundan sonra çocuğu başıboş bırakmak da zararlıdır. Çünkü başıboşluk, çocuğun zihinsel gelişimini kırar. Öyleyse çocuğu bu yaşta idrak kabiliyetinin yetmediği bir okula vererek çok daha büyük zararlara yol açmaktansa okul öncesi dönemde çocuğa ya özel öğretmenler (“mürebbi”) tutulmalı ya da anaokulları kurulmalıdır. Emrullah Efendi’nin bu düşüncesine rağmen kendi bakanlığı döneminde bu okullara yönelik hiçbir atılım yapmadığını da belirtmeliyiz. Bu okullar hıristiyan okullarında olmasına rağmen bazı özel okulların bünyesinde “Çocuk bahçeleri’” olarak yeni yeni kuruluyordu. Emrullah Efendi, ilköğretim (tedrisat-ı ibdidaiye) hakkındaki düşünce ve planlarına bakacak olursak: Anaokulları da ilköğretimin içinde bulunmasına rağmen, esas ilköğretim “mekâtib-i ibtidaiye”lerde verilir. İlköğretimin iki esası vardır; bu öğretim kademesi parasız ve zorunlu olmalıdır. Bu temellerden biri olmadan ilköğretim olamaz. İlköğretimin zorunluluğu yüzyıla yakın zamandan beri ileri sürülmekte, fakat parasız olması ilkesi Türk eğitim hayatına yeni getirilmekteydi. İlköğretim, bir genel hizmet niteliğindedir. Bütün diğer genel hizmetler gibi hükümetin buna el atması ve harcamalarını karşılaması gerekir. Çocuklar sokakta bırakılmamalıdırlar; gerekirse zorla okullara konulmalıdırlar.
Çocuklarımızı ne yapacağız sorusunu düşünmesek bile, çocuklarımız bize ne yapacak sorusunu (her ana-baba) düşünmelidirler.
Çocuğu zorla hapishaneye götürme hakkımız olduğu kadar, onu zorla okula götürme hakkımızın da olması gerekir. Bu, aile hukukuna bir tecavüz demek değildir. İlköğretim zorunluluğu Avrupa’da çok zor gerçekleşmiştir. Bizde de Sultan II. Mahmut devrinden beri uğraşılıyor. İlköğretimdeki harcamaları halk ve hükümet paylaşmalıdır. Okul binalarını halk yaptırmalıdır, hattâ hükümet bu hususta zor bile göstermelidir. İlkokul öğretmenleri, devlet memuru olmalıdırlar; “yıllıkçı muallimler” kaldırılmalıdır. Hükümet ilkokul öğretmenleri üzerinde her türlü yetkiye sahip olmalı, maaşlarını da vermelidir. Maaşlardan sonra ilköğretimin geriye kalan pek çok harcamalarını da halk ve hükümet paylaşmalıdır. İlköğretimde riyaziyat, tabiiyat, dinî ve ahlâkî öğretim, müzik, sağlık, idman, tarih, coğrafya, hukukî, sosyal ve iktisadî bilgiler öğretilmelidir. Genel olarak bütün okullarımızdaki ders programları, şu dört esasa dayanmalıdır:
1- Özellikle dinî ve ahlâkî öğretime önem vermek;
2- Osmanlı eğitimine revaç vermek;
3- Zihnin gereksinmelerine göre faydalı bilgiler vermek;
4- İbtidai ve rüşdiyelerde askerî talimler yaptırmak.
İlköğretimin yüksek kısmı Rüşdiyelerdir. Sıbyan okullarının verdiği bilgileri tamamlayan ve öğrencileri orta öğretime hazırlayan bu okullar ibtidaiyeler ve idadiler arasında bir “vasıta”dır. Emrullah Efendi, ibtidailerle rüştiyeleri birleştirmek arzusundaydı fakat bunu gerçekleştirememiştir.
Emrullah Efendi ilköğretim kurumları içinde iki grup okul daha saymaktadır. Bunlardan biri “El işleri ve ihtiraf” okulları, diğeri de “Gece” ve “Çırak” okullarıdır. El işleri ve ihtiraf okulları, ilkokullardan çıkan çocukların “zihnî ve ahlâkî kuvvetlerini geliştirmek, sınaî kabiliyet vermek üzere el işleri talim ve temrinlerine dayanırlar”. Çırak yetiştiren bu okullarda çocuklar 16-18 yaşına kadar okuyabilirler. Bu okullar, dışarıdaki çıraklık sisteminden daha çabuk ve daha ciddî olarak meslek öğretirler. Emrullah Efendi bunları Avrupalıların ilkokulları düzeyinde görüyor ve ıslâh çalışmalarına bu noktadan başlıyordu.
Her zaman idadilerin parasız olmasını savunuyordu: “… Biz şimdiki halde mekâtib-i ibtidaiyede veremediğimiz tahsili hiç olmazsa mekâtib-i idadiyede verebilmek için, yâni mekâtib-i idadiye tahsilini biraz daha tevsi ediyoruz.” O’na göre yapılması gereken bu okulların öğretim düzeyini yükseltmek için acil ve kararlı önlemler alınmalıydı. 1909 yılında Osmanlı ülkesinde 20 yatılı (“leylî”), 72 de gündüzlü (“neharî”) olmak üzere toplam doksan iki idadi vardı. Bunların öğretmenleri özellikle maaş yönünden tam bir keşmekeş içinde idi. Zaten her öğretmen okuttuğu dersin adına göre değişik bir maaş alıyordu. Buna bir de tensikat sırasında yapılan karışıklıklar eklenmişti. İdadi öğretmenleri sorunu Emrullah Efendi’den önce “seyyar öğretmenlik” kurularak bir parça çözümlenmeye başlamıştı. O ise, maaş sistemini ders adına göre değil de öğretmenin mezun olduğu okula göre düzenlemiş, daha çok para vererek daha kaliteli öğretmen bulma ve yetiştirme yoluna gitmiştir. Bakan, yüze yakın idadideki öğretim düzeyinin yükseltilebilmesi için, vilâyet idadilerinden 10 tanesini sultani haline getirmek gerektiğini söylemiş ve uygulamıştır. Bakanın tasarısına göre bu yeni sultaniler yükseköğretime öğrenci hazırlayacaklar, kalan idadiler ise amelî adamlar yetiştirecekti. Yetmiş yatılı ve daha çok öğrenci alınarak kurulan bu sultanilerin öğretmenlerine de daha çok maaş verilecekti. Bu okulların son sınıflarındaki tabiî bilimler ve riyaziye dersleri Fransızca okutulacağından, öğrenciler daha iyi dil öğreneceklerdi. Bu şekilde yetişen öğrenciler yabancı ülkelere gönderildiklerinde zorlukla karşılaşmayacaklardı. Bu okulların müdür yardımcıları (“müdür-ü sâniler”) ve bazı öğretmenleri Fransa’dan getirtilecekti. Bu okulların dışında kalan gündüzlü idadiler de Fransa’daki “lycee mederne”ler düzeyinde bir program uygulayacaktı. Sâtı Bey, Bakanın bu girişiminden asıl amacın, yabancı ve gayrimüslim öğrencileri de Türk okullarına çekmek olduğunu söylemiştir. Yeni Sultaniler 1910 Eylül’ünde açıldı. İlk açılışta bunlara “lise” denildi.
Emrullah Efendi’nin üzerinde en çok durduğu ve bakanlığı sırasında yapmak istediklerini büyük ölçüde tamamladığı sınıf yükseköğretimdi. En önemli yeniliklerden biri Dârülfünun’da, yüksek okullar için bir “Lisan Şubesi” (Elsine Şubesi”) açmıştır. “Avrupa dillerini iyi bilmeliyiz” diyen Emrullah Efendi, Bu şubede Fransızcanın yanı sıra İngilizce, Almanca, İtalyanca ve Rusça dilleri de öğretilecekti. Diğeri ise, idadi öğretimi olmayanlar ve medrese çıkışlılar için başlangıçta bir yıl, sonra da iki yıl süreli olmak üzere bir Mahreç sınıfı (İhtiyat Sınıfı) açması idi. II. Meşrutiyetin ilânından sonra pek çok kişinin Abdülhamit zamanında okuyamadıkları bahanesiyle Dârülfünun’a yazılmaları, okulun kaldıramayacağı bir öğrenci kalabalığı yaratmıştı. İhtiyat Sınıfı ile bu sorun büyük ölçüde çözülmüş oldu.
Emrullah Efendi’ye göre, okulun en önemli elemanı ve eğitimin temeli öğretmendir. Oysa Türk eğitiminde bu yoktur. Taşra ilkokulları için 70.000 öğretmen gereklidir. Bakanlığın elinde çok para da olsa, bunların yüzde birini bile bulamayacaktır. Onun için şu anda mevcut olmayan bu öğretmenlerin yetişmeleri gerekti. Öğretmen yetiştirmek için Dârülmualliminlerde yeni düzenlemeler gereklidir. Bu okulların hepsi yatılı (“leylî”) olmalıdırlar. Buradaki öğretmenleri Devlet yetiştirmeli ve istediği yere yollamalıdır.
“ Benim bütün ümidim Dârülmualliminlerdedir. Muallimler köye gitmeli, köyü aydınlatmalıdırlar. Köyün de muallimi nâsıhı, velinimeti olmalıdır. Biz böyle muallim istiyoruz” diyen Emrullah Efendi, bu alanda yapılacak çalışmalara, her iki bakanlığı sırasında da bütün gücüyle devam etmiştir.
Emrullah Efendi, yaptığı işlerin içinde, en fazla öğretmen yetiştir-me çalışmalarını beğenmiştir. Mecliste Boşo Efendi (1876-1929)’ye karşı: “Canım sen de bizim Maarifi o kadar fakir zannetme! Bizim Dârülmuallimînlerimizin düzeni Avrupa’da bile yok!” demiştir.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki imkânsızlıkların had safhada olması Emrullah Efendi’nin Tuba Ağacı Nazariyesi’nin düşündüğü gibi uygulanamamasına sebep olmuş fakat bu fikir kısmen de olsa Cumhuriyet Döneminde uygulanmıştır. Köy Enstitülerinin kurulması ile önce ilkokul öğretmenlerinin daha sonrada bunlar sayesinde halkın eğitilmesi Tuba Ağacı Nazariyesi’ndeki gibi yukarıdan aşağıya bir dönüşümü sağlamıştır.
Sonuç itibariyle, günümüz Türkiyesi’nde dahi Emrullah Efendinin Tuba Ağacı Nazariyesi hâlâ birçok eğitim düşünce ve uygulamasında geçerliliğini korumaktadır.
Özer Turan / Tarih Öğretmeni, Yazar
Sayı 157 / Kış 2017