Osmanlı tarihçiliğine eserleri ve araştırmalarıyla damgasını vurmuş olan ve kendisinden sonra gelenlerinden ondan hâlâ istifade ettiği, etmek zorunda olduğu merhum Fuad Köprülü; 1930’lu yıllarda kaleme aldığı eserlerinde özellikle bir konuya değinir: Osmanlı’ya ruh veren erenler, dervişler, âlimler, şeyhler. Kuruluş dönemi olarak adlandırılan XIII. ve XIV. yüzyıl arasında Anadolu’yu hem iktisadi hem de içtimai anlamda örgütleyen, bir anlamda ise Anadolu’ya ruh veren dört oluşumdan bahseder Köprülü: Gaziyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve fakılar. Köprülü’den hemen sonra gelen ve onun anlayışını daha da genişleten Ömer Lütfi Barkan ise “Kolonizatör Türk Dervişleri” diyerek bu örgütleri birbirine bağlar. Aynı adlı kitabında şöyle özetler Kolonizatör Türk dervişlerini: “Birçok köylere ismini veren, elinin emeği ve alnının terile dağ başlarında yer açıp yerleşen, bağ ve bahçe yetiştiren dervişler ve daima garbe doğru Türk akını ile beraber ilerleyen benzerlerini doğuran zaviyeler ve bu zaviyelerin harbe giden, siyasi nüfuzlarını padişahların hizmetinde kullanan, zaviyelerinde padişahları kabul eden ve onlara nasihat veren şeyhler bizim alakamızı celb etmek için bir çok vasıflara haizdirler.”
Maneviyat erenleri
Önce Köprülü’nün sınıflandırdığı topluluklara genel bir şekilde göz atmamız gerekmektedir. Askerî, dinî ve meslekî teşekküller olarak bir konu içine dâhil ettiği bu gruplar için Köprülü bilhassa Âşık Paşazâde’den istifade etmiştir. Âşık Paşazâde’nin “maneviyat erenleri” olarak izah ettiği bu teşkilatlar şöyledir:
Gâziyân -ı Rum: Diğer adıyla Gâzîler ve Alpler. Türk toplumunda daha evvel Alpler olarak bilinen ve İslamlaşmayla birlikte Gazi unvanıyla anılan bu toplulukların esas görevi savaşmaktır. Cihat ve gaza onlar için hem bir yaşam biçimi hem de topluluklarının geleceği adına olmazsa olmazdır. Din, vatan ve millet için hem canlarını hem de mallarını feda etmeye her daim hazırdırlar. Barkan ekolünden gelen Halil İnalcık; 1302’te bir imparatorluk ordusunu Bafeus’ta yenecek kadar güçlenmiş ve bir beyliğin ilk defa ciddi biçimde ortaya çıkmasını sağlayan Osman Gazi’yi şöyle tanımlar: “Ucta Türkmenleri ve gelen gâribleri gazâ savaşları için örgütleyen, subaşılardan bir alp gâzi idi. Onu ötekiler arasından seçkin duruma getiren özellik, Osmanlı tradisyonuna göre bir Vefâi Babâî tarikat halifesi olarak uca gelen Ede-Bâli’nin yakınlık ve manevi desteği olmuştur. Osman Gazi’nin başarısı, seferde alpleri ve nökerleri bayrağı altında toplayabilmesidir.”
Âhiyân-ı Rum: Diğer adıyla Anadolu âhileri. Anadolu’da Türkler tarafından ortaya çıkarılmış olan fütüvvet teşkilatlarının gelişmiş ve yayılmış hâlidir. Arapça “kardeşlik” anlamına gelen Âhilik, iş hayatında da kan bağı kadar yakın olan toplulukların davranışlarını ortak kılan bir değerler bütünüdür. Osmanlının tarih sahnesine çıkışını hızlandıran sebeplerden biri olan Moğol istilası ve diğer uzun süreli iç isyanların Anadolu’yu paramparça etmesinden endişe eden bazı manevî liderlerin, mürşidlerin, hocaların ve erenlerin sorumluluğu kendi üstlerine almasıyla iyice belirginleşmişlerdir. Bu ve buna benzer tehlikeli durumlarda bir refleks olarak ortaya çıkan âhilerin bilinen ilk liderlerinden biri Âhî Evran’dır.
Anadolu topraklarını manevi iklimle yeşerten Horasan erenlerinin şüphesiz meslekleri de vardı. Bu meslekler kimi zaman birbirinden kopuk, bağımsız ve ilişkiyi önemsemeyen bir tutum içindeydi. Bu tutum, Anadolu toplumunda milletleşme sürecinde olumsuz bir vaziyetken Âhî Evran, zaviyelerden, tekkelerden müteşekkil esnafın birlik ve beraberliğini sağlamıştır. Öyle ki bu düzen asırlar boyu devam etmiş, her mesleğin bir üstadı olmuştur. İşte bu üstadlara âhî, topluluğa da âhîler denmiştir. Âhî Evran’ın ortaya çıkardığı bu yapı Osmanlı Devleti’nin asırlar boyunca iktisadi yapısının temelini oluşturduğu gibi bekar gençlerin birer meslek kazanmasını ve onların da meslek erbabı yetiştirecek duruma gelmelerini sağlamıştır.
Unutulmamalıdır ki tarihte büyük yol kat eden devletlerin ekseriyeti, gençlerini çocuk denen yaşlarda yetiştirmeye başlamış ve onlara muhakkak bir meslek yahut sanat kazandırmıştır. Âhîlerin toplantı yerleri çoğu zaman tekkeler olmuştur. 800’e yakın maddeden oluşan bir fütüvet nizâmnâmelerini vardır. Her meslek erbabının bir “âhî ba-bası” vardır. Mesleğini “yapabilecek” yeteneğe kavuştuğunda aldığı icazetnameyle kendi işini kurar. Eğer affedilmeyecek bir şey yaparsa (Yapımında eksik deri kullanılmış bir ayakkabı, az hamurlu ekmek, su katılmış süt vb.) muhakkak cezalandırılır ve hatta meslekten men edilirdi. “Pabucu dama atılmak” sözü, mesleğinin hakkını ver(e) meyen bir ayakkabıcının meslekten men edilmesini açıklamaktadır.
Bâcıyân -ı Rum: Yukarıdaki örgütlerde yer alanların hanımları da Anadolu’nun manevi ikliminin güçlü bir temele oturması ve daima gelişmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Bilhassa uc beyleriyle Türkmen kabilelerinin hanımlarından müteşekkil olan bu grup herhangi bir resmiyete bağlı olmamakla birlikte tabiri caizse cephe gerisidir. Bazen aşlarıyla bazen de silah taşımalarıyla topluma katkıları olmuştur. Özellikle de topluluğa yeni katılanlara gösterdikleri hoşgörüyle, daima gönülleri fethetmişlerdir.
Abdalân-ı Rum: Yukarıda Horasan erenleri olarak bahsettiğimiz topluluğun örgütleşmiş adıdır. Moğol istilasından önce Anadolu’ya Maveraünnehir, Harezm, Horasan, Azerbaycan yoluyla birçok derviş gelmiştir. Bu dervişlerin her biri farklı bir tarikata mensup olduğundan usulleri, erkanları ve şüphesiz yaşam biçimleri gibi görünüşleri de farklıydı. Kimisi çıplağa yakın bir formda gezerken kimi de hiç toplumun içine karışmayıp geri planda rol üstlenmeyi severdi. Dervişlerin bağlı olduğu bir tarikat olduğu gibi o tarikatın da bir şeyhi bulunurdu. Dolayısıyla her tarikatın da eğitim metodu farklıydı. Ahmed Yesevî, Şihabüddin Sühreverdi, Necmüddin Kübra, Muhyiddin İbn Arabi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu büyük şeyhlerden bazılarıdır. Şeyh derviş yapısı için Tapduk Emre Yunus Emre örneği, verilebilecek en güzel örneklerden biri olacaktır. Yunus Emre, “Yunus” olabilmek için yıllarca Tapduk’un ocağına odun taşımış, bu odunların her birini aynı eşitlikte kesmeye özen göstermiştir. Çok daha sonrası için ise Üftâde Hazretleri – Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi örneğini vermek de mümkündür. İşte Edirne’den Bursa’ya, Ankara’dan Malatya’ya kadar Anadolu toplumu bu erenlerin edepleriyle önce büyükler önünde eğilip küçülmeyi, daha sonra da büyümeyi öğrenmiştir. Bu erenler sıklıkla Vefaiyye, Haydariyye, Yeseviyye, Rufâiye, Mevleviyye tarikatlarına mensupturlar. Erenlerden bugünlere elbette büyük sorunlarla boğuşmak zorunda kalmıştır tekke kültürü fakat asırlardır, günümüzde bile söylenen bir sözdür: “Bu memlekette ayağı taşa takılan bir tekkenin kapısının önüne düşerdi.”
Memur, asker, sivil eğitim merkezleri
Osmanlı’da ilk eğitim manevi anlamda verilmiştir, dolayısıyla eğitimin temelleri sağlam atılmıştır. Fetih dönemine kadar merkezi bir sisteme sahip olmayan Osmanlı, fetihten sonra merkezileşmiş ve çeşitli örgütlerin resmileşmesiyle birlikte kurumsallaşmıştır. Ancak bu durum erenlerin manevi eğitimine elbette engel olmamıştır, aksine onlardan da istifade edilerek medreseler inşa edilmiş, kurulan eğitim kurumlarında da kendilerinden muhakkak yararlanılmıştır. 15. yüzyıla kadar klasik eğitim metotlarından vazgeçmeyen Osmanlı, dönemin değişen ve gelişen şartlarına kendi yöntemleriyle ayak uydurmuş, çoğu zaman dünya üzerinde en iyi eğitimi veren kurumlara sahip olmuştur. Klasik dönem sonrasında memur yetiştirmek için Enderun, acemi oğlanlar ocağı, mülkiye mektebi, darülmaarif, mekteb-i osmani ve lisan mektebi gibi kurumlar ciddiyet kazanmış, önemini uzun zaman sürdürmüştür. Kara, donanma, havacılık ve tıp üzerine de bilhassa askerî anlamda ihtiyaçları karşılayacak mektepler teşkil edilmiştir. Sıbyan mektepleriyle başlayan sivil eğitim ise oldukça farklı kurumlarda aralıksız devam etmiştir ve bu kurumların kuruluşu klasik döneme, büyük bir kısmı ise fetih dönemine aittir. Özellikle medreseler, darülkurralar, iptidai- idadi- rüştiye, darülfünun, darüşşafaka, dârülmuallimât ve mekteb-i aşîret-i hümâyun bu kurumlardan bazılarıdır.
Osmanlı’da temel eğitimi, İslam eğitim sisteminin de temeli olan medreseler sağlamıştır. Çok sıkı bir denetime tabi tutulan medreselerde fıkıhtan mûsikîye, kelamdan fen ilimlerine kadar birçok konuda eğitim verilirdi. Fatih Sultan Mehmed’in kurduğu Sahn-ı Seman Medresesi, fetihten sonra kurulan ilk ve en büyük eğitim kurumlarından biridir. Tabiri caizse bir akademidir. Bu medrese; Timur İmparatorluğu’nun 4. Sultanı, matematikçi ve gökbilimci olan Uluğ Bey’in hizmetinde bulunmuş Ali Kuşçu’nun liderliğinde teşkilatlanmıştır. “Sekiz Bölüm” anlamına gelen Sahn-ı Seman Medresesinde ismi gibi sekiz bölüm vardı ve 19 odası bulunmaktaydı. Her odada en fazla iki-dört çocuğa ders verilirdi. Günümüzde verilen birebir eğitimin başlangıç yeri olarak Sahn-ı Seman Medresesi’ni göstermek mümkündür.
Yaygın olarak Osmanlı’da eğitim tüm toprakların her köşesinde camiler, mescitler, tekkeler, zaviyeler, sahaflar, loncalar, kıraathaneler, meşkhâneler ve mevlevîhâneler vasıtasıyla verilmiştir. Özellikle tasavvufî hayat, Osmanlı toplumunun asırlar boyunca diri kalmasına imkân sağlamıştır. Edirne, Bursa ve Konya merkezli tekkelerin irşad faaliyetleri, dervişleri vasıtasıyla tüm Osmanlı topraklarına yayılmış ve bu da “Türk İslâmı” adı verilen yapıyı ortaya çıkarmıştır. Sûfiler aşk için “Tadan bilir tatmayan bilmez” (Men lem yezuk lem ya’rif) demişlerdir. Türk sûfilerin buna katkısı ise şöyle olmuştur: “Men lem yezuk, bilmez yazık.”
Tasavvuf kültürü Mustafa Kara’dan nakletmek gerekirse şu konulardan müteşekkildir:
- Tasavvufî şahsiyetler: Sufîler, dervişler
- Tasavvufî eserler: Kitaplar, risaleler
- Tasavvufî müesseseler: Tekkeler, zaviyeler
- Tasavvufî ekoller: Tarikatlar, meşrepler
Osmanlı Devleti’nin ilk başkenti olan Bursa, tüm topraklarda gelişen tasavvufî hayatın ilk ve en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Yukarıda ismi geçen erenlerin XIV-XVI. yüzyıllarda Anadolu’ya gelişlerinde ilk tercih ettikleri yerdir. “Burc-ı evliyâ” denen yer, bu ismi erenlerin orada sıklıkla ikamet etmeleri sebebiyle almıştır. Yaşayış, düşünüş ve eğitim hayatının ruhu Bursa’dan Anadolu’ya üflenmiştir. Emir Sultan, Abdal Murat, Geyikli Baba, Abdullatif Kudsî, Ahmet İlâhî, Niyaz-ı Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî, Lamiî Çelebî, Somuncu Baba, Üftade; Bursa’dan bu ruhu üfleyen ilk büyüklerdendir.
Tasavvufun gayesini merak edenler için Mustafa Kara şunları söylemiştir: “Tasavvufun gayesi insân-ı kâmil yetiştirmektir. İmanın ve İslâm’ın esaslarıyla yoğrulan mü’mine, tasavvuf, ihsanın inceliklerini ve sırlarını sunmakta ve “Allah’ı görüyormuşcasına” coşkun ve tarif edilmez bir hal içinde, O’na kul olmanın vecdini ve canlılığını yaşatmaktadır. Bu vecd ve canlılık İslâm düşüncesinin kalb ve gönül yönünü geliştirmiş, bunun neticesinde ortaya çıkan eserler asırlarca insanlara ışık tutmuş ve tutmaktadır. “Kalbden kalbe yol vardır” düsturunu belgeleyen bu eserler, asırlar boyunca maddenin ve basit heveslerin daracık kalıpları içinde sıkışıp kalan insanlara soluk alma fırsatı vermiş, ümit bahşetmiş, yeni ufuklar kazandırmıştır.” Tekkeler evvela tüm ihvanın Allah’ın hoşuna gidecek birer kul olmaları yolunda büyük rol oynamışlardır. Bu ihvan hem evlerinde hem işlerinde şeyhlerinden aldıkları vazife doğrultusunda birer halife görevi üstlenip, irşad faaliyetlerini her alanda sürdürmüşlerdir. Mûsikî ve geleneksel sanatlar başta olmak üzere birçok faaliyette başrolü tasavvuf kültürü oynamıştır. Misal olarak bugün topraklarımızda her şeye rağmen hâlâ dinlediğimiz bir müziğimiz varsa bunu tekkelere borçluyuzdur.
Tekkeler, manevî akademilerdir.
Doç.Dr.Hamiyet Ünal / Erciyes Üniversitesi, Öğretim Görevlisi
Sayı 157 / Kış 2017