KEREM AYTEKİN
Her sene mayıs ayında başka bir hüzün çöker içimize, nice baharların matem olduğu şehrimizde mayısın bu berrak bu diriltici havasını bir acı hisseder ciğerlerimiz.
Sultanahmet meydanından Topkapı Sarayı istikametine doğru yürüyüp bir tarihi temaşa ile inmek isteseniz cedlerin o yaşatıcı iklimine… Başaramazsınız… bunu. Düğüm düğüm olur bahar; düğümlenir ihtişam boğazınıza! Boğulur gibi olursunuz bu berrak yaşatıcı bahar havasında.
Avrupa’nın bilmem hangi ülkesinden kalkıp gelmiş rengarenk bir sürü insan şen şakrak ve de hayran dolaşıp şuh kahkahalarla doldururken meydanı, siz gülemezsiniz sevinemezsiniz. Çünkü şen esen olmak bir ruhi sürûr meselesidir. Ruhunuz kasvetliyse gülemez, mesûd olamazsınız. Bir çinli ne güzel söylemiş:
“Dünya geniş olmuş neyleyim Ayakkabım dar olduktan sonra. Neyleyim baharı güzel olmuş ben bana ya dolduktan sonra!”
Dört yüz yıl kös sesleri dinlemiş meydanlar, bir o kadar yıl ezan nağmeleriyle inlemiş, yankılanmış duvarlar, manasını bilmedikleri yabancı kelimeleri birbirinin suratına çarpa çarpa yosun tutmuş kahrından. Yüzlerce turistin çevrelediği Ayasofya işgal edilmiş bir şehir manzarası arz ediyor. Minareleri var fakat ezanı yok, iskeleti var fakat ruhu yok, asli hüviyetinden sıyrılmış, el aleme çok ucuz pahaya bizzat varisleri tarafından satılmış Ayasofya! Bu zarar karşısında insan hiç baharın güzelliğini hissedebilir mi? Taş olması lazım hisseden yüreklerin gülmesi için. Ağlaması lazım gören gözlerin Ayasofya için.
“Bugün hanümansız bir serseriyim diyarında…” diye hissiyatımı dile getiren merhum şairi yâd ederken, “Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya” diyen şairi düşünürken, halinin muhasebesini yapmalı inanan genç!
Davamızın temel taşı gençliğin hali hepsinden daha acı verici. Zira ecdadın eserine eser katması icap eden nesil onun eserini dahi muhafaza edemez bir halde, onun bekçiliğini dahi yapamıyor.