Henüz on dört yaşındadır yazmaya, yazgısının yangınını yaşamaya başladığında. Bir yanda orta ikiden terk etmek zorunda kaldığı eğitim hayatı, diğer yanda okuma aşkı. “Ayaklı kütüphanem” diye hitap eder babası ona. “Ayaklı kütüphane” okudukça yazma isteğiyle dolar; yazıları dönemin ünlü edebiyatçılarının hikâyelerinin yayınlandığı mecralarda yayınlanır.
Yazmakla yan yanadır yazgısı, yazmakla iç içe… Birini tutsa, ötekini bırakmak zorunda olduğu alın yazısı… Yine on dört yaşındadır “mahallelerinden bir gençten” ilk mektubunu aldığında. Dört yılda iki mektup alır, bir mektupla karşılık verir, ahitleşirler. Büyüdüklerinde evleneceklerdir… Şule 18 yaşına, mahallelerindeki genç ise asker çağına gelmiştir. Delikanlı askere gider döndüğünde düğün yapmak üzere aileleriyle birlikte verdikleri söz üzerine… Yıllar sonra, kat edilen nice yollar sonra geriye bakıldığında hala için için kanayan, ince bir sızı olarak kalır bu hikâye. Halen en çok basılıp satılan kitaplardan olan Huzur Sokağı romanını yazdıktan sonra okuyucu, Feyza ile Bilal’in şahsında hep onu merak eder. Huzur Sokağı’nda geçen hikâye gerçek midir? Feyza kendisi olabilir mi? Hep sorulur, çok sorulur… Yıllar sonra hayatını anlatırken şu sözlerle duygularını dile getirir, merakları giderir:
“Huzur Sokağı’na geri dönüp baktığımda da tertemiz bir aşk, fakat yine orada görüşmeler oluyor. Bizim ise ne bir görüşmemiz ne bir mektuplaşmamız oldu. İki mektup gönderdi bir cevap yazdım. ‘Beni bekler misin?’ diyordu. O lise talebesi, ben ortaokul… Huzur Sokağı’ndaki o nail olunmamış aşkı bazen düşünüyorum kendi kendime, ‘Acaba Huzur Sokağı’nı yazarken bilinçaltı bir duygu var mıydı?‘ Onu bilemiyorum. Hiç o düşünceyle yazmadım ama çok sorulması karşısında kendi kendime düşünmeye başladım. Hakikaten böyle tertemiz bir aşk ve ulaşılamamış… O zaman ben de kendi kendime; ‘Acaba olabilir mi?’ dedim. Ulaşılamamış bir sevgi ama tertemiz, apak. Fakat ömür boyu saygı duyulan, hicranla ve hem de çok büyük mutlulukla anılan…”
İki aile arasında düğün hazırlıklarına dair konuşulurken babasının, “Benim size verilecek bir kızım yok!” kararı genç Şule’nin hayat sahnesine simsiyah bir perde gibi iner…
O gün için babası ani bir çıkışla sözü bozmasa evlenmiş, “çağın icapları” ne ise onu yaşayan, kendi halinde, mutlu-mesut yuvasında sevdiği ile bir varmış bir yokmuş diye başlayan nice masallardan bir masal olup, konu komşu erdikleri muradın kerevetine çıkacaklardır… Ama tüm olanların, tüm durakların, atılan adımların bir anlamı vardır yazgı üzere çıkılan yolda… Sözünün atılmasının, biraz olsun avunsun oyalansın diye bir terzinin yanına dikiş öğrenmeye gönderilmesinin, guaj boya ile resim hocasını kıskandıracak resimler çiziyor olmasının, kaleminin gücünün, sorgulayan bir karaktere rağmen babasının kararına sorgusuz, sualsiz boyun eğişinin… Hepsinin, hepsinin bir anlamı vardır. Yazgıyı yazanın, hesapların üstünde hesabınca oluyordur ne olup bitiyorsa…
(…)